Dolar 32,3374
Euro 34,8108
Altın 2.390,60
BİST 10.276,88
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul 19°C
Açık
İstanbul
19°C
Açık
Pts 21°C
Sal 24°C
Çar 19°C
Per 16°C

SEKSENLERDE İNÖNÜ’DE ÇOCUK OLMAK 2: BABAANNEM VE ISIRGAN OTLARI

SEKSENLERDE İNÖNÜ’DE ÇOCUK OLMAK 2: BABAANNEM VE ISIRGAN OTLARI
25 Nisan 2024 15:17

 

Prof. Dr. Murat Ali KARAVELİOĞLU

Benim küçük kasabam, seksenli yıllarda Anadolu’nun bir çok beldesi gibi şehir hayatının ve çağın getirdiği yeniliklere -yoksa olumsuz hayat koşullarına mı demeli?!- henüz kapalı idi. Memlekette sadece bir televizyon kanalı vardı, o da siyah-beyazdı. Türkiye, bugün yüzlercesini seyretme imkânına sahip olduğumuz özel televizyon kanallarının ilkiyle 1989 yılında tanışacaktı. İnternet diye bir kelimeyi duymamıştık bile. Hayatımızda bilgisayar da yoktu ve iyi ki yoktu. Hem o da neydi, biz daha daktilo görmemiştik ki… Telefona gelince… Bendeniz, postaneden telefon bağlatılan yılları hatırlıyorum. Ardından evlere telefon bağlanmaya başlandı. Dört haneli telefonlardan bir tane de bizim olmuştu. Pahalı olur diye bir yeri aramaya korktuğumuz bu telefon şans eseri çalacak diye saatlerce başında beklediğim vakidir. Demem o ki, cep telefonunu hayal etmek bile imkânsızdı ve günün her saati elinde telefonu kurcalayıp duran insan profili henüz ortaya çıkmamıştı. Bu durumda çocuk dünyamızda oyun oynamak dışındaki meşgalemiz ninniler, masallar dinlemek; bilmeceler, tekerlemeler bellemek olurdu. Ninniler dışındakilerin kitaplardan okunup öğrenilebileceği iddia edilebilir; fakat bu, tiyatro eserini defterden okuyup sahnede izlememek gibi bir şey olur herhalde; üstelik kitap, kütüphane gibi kavramlar da henüz yabancısı olduğumuz şeylerdi. İşte tam da bu noktada iyi bir anlatıcının varlığı önem kazanmaktadır: Anneanne, babaanne yahut tonton bir hala, teyze, komşuanne, cicianne…

Allah’a ne kadar şükretsem azdır ki ben, bir zamanlar her türlü bilgiye aç çocuk zihnime ve duygu dünyama hitap eden böyle bir anlatıcıya sahip olmuştum: Rahmetli Babaannem. Onun üzerimdeki tesiri öyle derin olmuştur ki başta meslek seçimim olmak üzere hayatımın tamamını bürümüştür. Aradan geçen yıllar, bu kuşatmanın kuvvetli etkisini daha iyi hissetmeme yol açıyor. Ona olan sevgimi, uzun yıllar önce henüz on yedi yaşlarında iken aşağıdaki mısralarla anlatmaya çalışmıştım. Ben babaannemi daima zengin geleneksel bilgi ve anekdotlarla dolu hafızasını büyük bir başarı ile aktarmasıyla hatırlarım. Ezberindeki masalları öyle canlı sahnelerle anlatırdı ki bir anda masalın kahramanlarından biri oluverirdiniz ve büyülü bir dünyada yaşadığınızı hissederdiniz. Sesini yerine göre yükseltip bazen kısmasıyla, ellerini hadiseye uygun hareket ettirmesiyle, hele mimikleriyle adeta bir meddaha bürünürdü. Üstelik masallarının kahramanları yaşanılan hayatta karşılığı olan ve bir gerçekliğe oturan kahramanlardı, öyle günümüzün çizgi filmlerinde gördüğümüz abuk subuk olaylar ve tipler yoktu. Sihirbazlar, büyücüler, insanüstü tuhaf yaratıklar bulunmazdı. Hemen daima bir mesaj taşır, beni hayata hazırlardı. Ninni repertuarı pek bir zengin idi. Aman Allah’ım, neler neler bulurdu bir çırpıda ve her gece bir tanesini söylerdi. Okuma yazması olmayan; radyo, televizyon bilmeyen bu insan bunca ninniyi kimlerden ezber etmişti? Yoksa o da benim gibi çocukken iyi bir dinleyici miydi de anlatıcısını can kulağıyla dinlemişti? Nitekim bir konferansını dinlediğim bir araştırmacı, “bu kadar şiiri ezberinizde nasıl tutabiliyorsunuz?” sorusuna “ben televizyon seyretmem” diye cevap vermişti. İşin sırrı biraz da burada olsa gerekti. Eskiler zihinlerini malayani ile doldurmayı sevmiyorlardı. Rahmetli babaannemin ezberinde yüzlerce bilmece, tekerleme vardı desem mübalağa etmiş olmam. Pek çoğunu unuttuğum bu kültürel birikim, o günün çocuklarının hem televizyonu, hem telefonu, hem interneti idi. Bir örnek olması bakımından aklımda kalan şu kısa tekerlemeyi paylaşmak isterim:

Karalar kazan yaması / Aklar cep aynası

Yeniden dirilmenin insanoğluna muazzam numunesi olan bahar ayları gelip de bereketli Nisan yağmurları yağdığında İnönü bozkırı dahi yeşile bürünürdü. Bugün aramakla bulunması bile zorlaşan otlardan ısırgan otunun hayatımda anlamlı, sürurlu ve hüzünlü hatıraları vardır. Isırgan otunun hayatımdaki hikâyesi, ancak babaannem ile kabil-i telif olabilir. Günümüz modern tıbbının bile kimi hastalıkların tedavisinde yahut önlenmesinde etkili olduğunu kabul ettiği ısırgan, kurbağalı derenin boyunda, taş duvarların nemli diplerinde biten ince gövdeli, erik yaprağı gibi küçük yapraklı, kırk santimetre civarında uzunluğa ulaşabilen bir ot olup gövdesindeki incecik dikenler değdiği yeri yakar ve şiddetle kaşındırır. Buna “ısırgan dağlaması” denir. Çünkü işin içinde yakmak vardır. Kaşınma sonucu ciltte kızarıklık ve dikenin temas ettiği bölgede kabarıklık meydana gelir. Bu hâliyle bu zarif bitki, görünüşüne aldanılmayacak bir muzırlık saklar. Ölümden başka her şeyin çaresi vardır demişler, ısırgan dağlamasının şifası da ebegümeci otudur. Kabaran bölgeye bu bitkinin yaprağı sürüldüğünde bir miktar iyileşme sağladığı mücerreptir. Tespitlerine daima hayranlık duyduğum Türk halk muhayyilesi, bu iki otun arkadaşlığını çocuk zihnimize “ısırgan daladı / ebegümeci yaladı” diyerek nakşetmiştir.

Bahar bitip de mevsim yaza döndüğünde kavgan ve diğerleri gibi ısırgan otunun zarif gövdesi, narin yaprakları da kurumaya başlar. Nihayet Haziran ayı sonlarına doğru sapsarı ve kupkuru bir dal oluverir. Bu değişim, bitkinin dikenlerine de akseder ve artık bahsettiğim muzırlığı yapamaz duruma gelir. Böylece kuru çomakları gövdenin altından kırıp toplar, yaprak ve dikenlerini ise çıplak elimizle gövdeden temizler, incecik bir çomak elde etmiş olurduk. Peki bu bir çocuğun oyuncağı hâline nasıl gelirdi? Anlatayım: Yapraksız ve dikenlerinden arındırılmış kuru ısırgan gövdesini ok olarak kullanırdık. Yay yapımında en ideal olan ise kavak dalları idi. Parmak kalınlığındaki yaş kavak dalının iki ucunu iple birbirine bağlardık ve bu ip ille de naylon paket ipi olurdu. Buraya kadarı kolaydı, fakat ısırgan otu gövdesinden mamul okumuzu uzun mesafeye nasıl atacaktık ve rüzgârda yolunu şaşırmayıp hedefe tam isabetle nasıl ulaştıracaktık? İşte bu aşamada imdadımıza gazoz kapağı yetişirdi ki gazoz kapaklarının oyunlarımız içindeki yeri apayrı bir yazının konusudur. Kahvehane çöplüklerinden topladığımız gazoz kapaklarından birini seçer, taşla büker, okun ucuna takardık. Oku ezmeden sıkıştırır, sabitler, hedefe saplansın diye de ucunu iyice ezer, sivriltirdik. Buna temren veya peykân denir. Böylece çoğalttığımız oklarla cesur bir savaşçıya dönüşürdük. Ok yarışları yapar; hangimizin oku daha uzağa gidecek, kimin oku hedefi vuracak derken akşamı ederdik. Aslında dikkat edilmesi gereken, tabiat manzumesinden oyuncak üreten çocukluktur. O zamanlar farkında değildik ama Allah’ın insan fıtratına yerleştirdiği üretkenliği, keşfediciliği öğreniyormuşuz.

Bir yaz günü halamlar bize gelmişti. Halaoğlu Mehmet ile beraber saatlerce ok ve yay yapmış, yarışa tutuşmuştuk. Rahmetli babaannemle annem komşudan eve dönüyorlardı. Oklarımızı üstlerinden uçurup şunlara bir hava atalım dedik. İncecik kollarımdaki tüm dermanı harcayarak kavak dalı naylon ipten yaptığımız yayı gerip gazoz kapaklı ısırgan otu okumu fırlattım. Havada süzülen ok rahmetli babaannemin sol gözünün dibine, burun kemiğinin yamacına konmaz mı?! Aman Allah’ım, incecik elleriyle gözünü kapatıp sendelemesini, anneme yaslanmasını unutamam. Ne yapacağımı şaşırmış bir halde kaçıp saklanacak yer aradım. Çünkü rahmetli dedemden çok korkardım. Ne kadar da bencilmişim! Bir divanın altına girmiş ve korkudan saatlerce çıkamamıştım. Nihayet aç susuz kalarak ortaya çıktığımda hem dedemden hem babamdan okkalı bir azar işitmiştim. Yine de merhametlilermiş, belli ki çocuk dediğinin biraz yaramaz olması gerektiğini bilen insanlarmış. Şükür ki ok göze zarar vermemiş, kanamalı bir yara açıp bizi korkutmuştu.

Yıllar sonra eski Türk edebiyatı formasyonu aldığımda sevgilinin kaşının yay, kirpiklerinin ok olduğunu öğrenmiştim. Böyle metinler geçtiğinde babaannemle yaşadığım bu hatırayı mutlaka hatırlar, öğrencilerimle paylaşırdım. Hayatlarında hiç ok ve yay yapmamış, bir kısmı bilgisayar oyunlarından başka bir oyun bilmeyen nesillere böyle şeyler hem hayret veriyor, hem de zevk…

Bir çocuğun hem iyi bir öğreticisinin, anlatıcısının olması; hem de küçük dünyasında çeşit çeşit oyunlar bulup oynayarak kendisini -farkına bile varmadan- hayata hazırlaması meğer ne büyük bir talih imiş. Doğrusu bunun kıymetini, okumak için henüz İnönü’den çıktığım yıl anlamıştım. Hayatında ilk kez büyük şehre giden çocuk yaştaki birinin his dünyası çok aktif oluyor. Şehrin keşmekeşinde, yabancısı olduğu mekânlarda, yabancı insanlarla zamana dahi yabancılaştığında bu hisler coşkun akan bir nehre dönüyor ve kâğıda dökülüveriyor. İstanbul’a gitmemden birkaç hafta sonra duyduğum özlemle karaladığım şiir müsveddelerinden birinde bir zamanlar istemeden canını yaktığım babaannemi anmıştım. Ölümünün üzerinden neredeyse on yıl geçtikten sonra onu yeniden ve rahmetle anarken, işte o yıllarda yazdığım şu duygu kırıntıları, oynadığım her bir oyunda, dinlediğim her masalda ve ninnide, öğrenip unuttuğum her bilmece ve tekerlemede mübarek yüzünü seyrettiğim rahmetli babaanneme hediyedir.

HATIRLAR GİBİYİM

-Babaanneme-

 

Beni dizlerinde uyuttuğun günleri

Hatırlar gibiyim.

 

Aradan yıllar geçti, / Okula başlamıştım, / Köpeğim ölmüştü.

Kaç kere sis indi dağlara. / Masallarını hatırlar gibiyim.

 

Sırtına alırdın diz boyu karda, / Ellerin üşümezdi bilirim.

Nohut kavururdun sobada, / Hatırlar gibiyim.

 

Ninnilerin kulağımda hâlâ, / Bir bilsen nasıl özledim

Bezden salıncakları, / Patiklerimi hatırlar gibiyim.

 

Artık kavuşamam yıllar öncesine, / Unutmalıyım.

Lâkin yanında namaz kıldığımı / Hatırlar gibiyim.

 

Annem evde olmayınca / Yumurta pişirirdin.

Şimdi özlediğim ince ellerini, / Böreklerini

Hatırlar gibiyim Babaanne!..                         (İstanbul-1992)

 

Sevgili çocuklar ve gençler, bugün hayatımızın akışını yönlendiren âmiller değişmiş olabilir, fakat hayatı tecrübelerle ve acı tatlı hatıralarla dolu nine ve dedelerinizin size verecekleri, inanın birkaç saat içinde tüm dünyayı dolaşabileceğiniz sanal mecralardan daha faydalı, daha kalıcı ve daha yapıcıdır. Sizler her türlü bilgiye her vakit ulaşabilirsiniz, ne var ki onların anlatacaklarından alacaklarınızı bir daha imkânı yok hiçbir kaynakta bulamayacak, içirecekleri âb-ı hayatı hiçbir menbadan yudumlayamayacaksınız.

Gidenlere rahmet, kalanlara afiyet, eğer hâlâ yeşeriyorlarsa ısırgan otlarına selam olsun.